Dini Mimari
Dinî MimariOrtaçağ İslâm şehirciliğinde camiler, özellikle Ulu Camiler yerleşim alanın en önemli odak noktalarından biridir. Bu anlamda sultanın sarayı veya bedesten çoğu zaman ikinci derecede kalır.
Saruhanlı hakimiyetindeki Manisa'da, 1976'da inşa edilen Ulu Cami, mihrap önünde sekizgen ayak sisteminde oturan büyük kubbesiyle anıtsal bir örnektir. Selçuklu ve Beylikler devri boyunca izlenen gelişmenin Osmanlı mimarisine bağlanmasında önemli bir dönüm noktası teşkil eden bu eser, revaklı avlusu ile, daha sonraları organik bir bütünlüğe ulaşacak modelin müjdecisidir. Bu devir için, çok ayaklı geleneği sürdüren ve mihrap ekseni üzerinde bir iç mekan şadırvanı bulunan 1399 tarihli Bursa Ulu Camii yirmi kubbesi iel en ilgi çekici denemedir. Yine Bursa'daki Yıldırım Beyazıt ve Orhan Camileri eş büyüklükteki iki kubbe planı tamamlayan diğer mekanlara ters "T" veya "zaviyeli" adı verilen şemanın anıtsal örneklerindendir. Yeşil Cami ise mimar Hacı İvaz'ın özellikle kubbe çeşitlemeleri, taş ve çini süslemelerdeki titizlikle dikkati çeker. 1419'da tamamlanan bu yapı, sultana ait özel daire, ocaklı tabhane ve diğer mekanlarla çok fonksiyonlu bir amaçla inşa edilmiştir.
Gelişen Osmanlı Devleti'nin yeni başkenti Edirne, camileri bakımından, ekonomik büyüme ve mimari estetikteki yeni duyarlılıkların yansıdığı yapıları sergiler. Üç Şerefeli Camii (1447)'nde, ana mekanı örten ve çapı 25 metrye yaklaşan kubbe, iki bağımsız ayağı ve duvarlara dayanarak, altı destekli şemanın gelişkin bir örneğini vermektedir.
İstanbul'un fethi, mimarlık sanatının yeni, büyük boyutlu ve daha zengin örnekler verebilmesi için yeni alanlar açmıştır. El değiştiren Doğu Roma'nın başkenti Bizans ufkundan sıyrılmış, Türk ve İslam şehri olarak hızla silüet değiştirmiştir. Başlangıçta zaviyeli tipler denenmiş; Mahmut Paşa, Rum Mehmet Paşa ve Atik Ali Paşa camilerinden sonra Yavuz Sultan Selim adına yapılan cami ile büyük tek kubbe şemasına dönülmüştür. Ana mekanın iki yanında simetrik tabhane bölmeleri ve muhteşem revaklı avlusuyla mükemmel bir plan gösterir. Büyüyen şehir dokusu tek yapılar halinde camiler yanında, hastahane, medrese ve aşevi gibi farklı fonksiyonları olan yapılarla birlikte planlanmış külliye camilerininde inşa edilmesini gerekli kılmıştır. 1470'de tamamlana Fatih Külliyesi bu tür yapılar topluluğunun ilk anıtsal örneğidir. Merkezde yer alan caminin ilk planı, ortada bir, bunun önünde bir yarım kubbe ile yanlarda üçer küçük kubeden oluşmaktaydı. Fatih devrinde ortaya çıkan bu yapı XVIII. yüzyılda yıkılmış, bunu yerine bugünkü planıyla yeni cami yapılmıştır. Çevresinde medrese, darüşşifa, tabhane, türbe ve handan oluşan manzumeşehircilik ve toplu planlama açısından ilk önemli örnektir.
İkinci Beyazid döneminde mimar Yakub Şah'ın planına göre inşa edilen Beyazid Camii, yan mekanların ortasında bir tam kubbe ile bunun önünde ve arkasında iki yarım kubbeyle anıtsal selâtin camilerine doğru atılmış önemli bir adımdır. Eşit ölçüde dörder küçük kubbeyle örtülü yan galeriler merkezi ve toplu mekan anlayışına hizmet ederler. Kubbeli revaklarla çevrili, kare planlı avlunun ortasında yer alan şadırvan ve yan mekanların iki ucunda yükselen minarelerle dengeli bir kütle kompozisyonu sağlanmıştır. Bundan sonraki gelişme, ortada bir, yanlarda dört yarım kubbe ile Şehzade Camii'nde en anıtsal örneğini verecektir. 1548 yılında tamamlanan eserde, renkli taş ve kabartmalarla dekoratif etki arttırılmıştır.Ağırlık kulelerin dilimli kubbeleri ve özellikle minare gövdelerindeki işçilik büyük kütlelerin ağır etkisini yumuşatır. Mimarı Koca Sinan tarafından bir "çıraklık" devri eseri olarak tanımlanan Şehzade Camii'nden sonra, aynı usta Üsküdar Mihrimah Sultan, Beşiktaş Sinan Paşa ve Süleymaniye ve Rüstem Paşa Camilerinde sürekli değişen plan şemaları kullanılmış, bu denemeler her defasında kendi içinde bütünlüğü olan eserler ortaya koymuştur.
Osmanlı mimarisinde Sinan'ın yarattığı estetik, kendinden önceki bazı mimari alışkanlıkları ayıklarken, bazı gelenkelri güçlendirmiş ve pekiştirmiştir. Kısaca belirtmek gerekirse, bu ustanın Osmanlı mimarisine esas olmak bakımından en önemli buluşu, kubbe-mekan ilişkilerini en ideal biçimde formüle edebilmek olmuştur. Bu estetikte, yapıları seyreden kişinin algıladığı şey, zengin ve geniş programlı kompozisyonların hassas dengesidir. İster tam merkezi ister hafifce uzunlamasına olsun; her şemadda, ana iskelet kütle kompozisyonuna yansırken bulunan çözüm yollarının çeşitliliği ancak Sinan üslubunda böyle dahiyane incelik sergiler. Süleymaniye (1557)'de tepe noktalarına ulaşan bu üslup; yapının İstanbul'da bulunması, külliye halinde tasarlanmış olması ilginç bir topografik konum göstermesi bakımından ayrıca önem taşır.
Klasik Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden olan Süleymaniye, kütle kompozisyonunda belirtilen kırık çizgiler ve dairesel yaylarla Bizans ufkunu tamamen değiştiren bir yapı olarak XVI. yüzyıl ortalarında yaratılmış en önemli eserdir. dış görünüşündeki, prizmatik kökler ve yarım kürelerin kademeli düzeni dengeli ve sağlam bir olgunluk içindedir. Ana kubbenin âleminden taban kenarına indirilen hayali çizgiler, özellikle kuzey ve güney cepheden bakıldığında belirginleşen bir eş kenar üçgen oluşturur. Minareleren ikisi, bu üçgenin batı köşesinden yükselerek sert inişi dengeler. Şadırvanlı avlu duvarlarının yatay çzgisi, revakların üstünde tekrarlanan kubbelerle ritmik bir hareket sağlamış olur. Bugün, içinde yer aldığı semte adını veren Süleymaniye külliyesi çeşitli fonksiyonları karşılayan bir çok yapıdan meydana gelir. Ortada cami olmak üzere bütün yapıların bir "U" düzeni içinde sıralandığı görülür. Toplum hizmetlerini gören yapılar, hastane, çeşitli seviyede okullar, hanlar, imaretler, çeşme ve sebiller vakıf olarak yapılmış, buçapta bir site XVI. yüzyıldan sonra görülmemiştir.
Mimar Sinan, dört, altı, ve sekiz destekli kubbelerin her birini denemiş bunlardan sekiz ayağa oturan plan şemasının en görkemli örneğini Edirne Selimiye Camii (1575)'nde vermiştir. Ustalık eseri olan bu yapıda tek kubbeli hakimiyeti, dört minareyle desteklenen muhteşem kütle kompozisyonu vurgulanmıştır. Bir külliye ile birlikte tasarlanmasına rağmen, büyük ölçüleri, otuz metreye yaklaşan kubbesi, üçer şerefeli minareleri ve kubbelerle örtülü şadırvanı avlusuyla merkezi yapı ön plana çıkar. Bütün bunlara karşılık yapının Edirne'de inşa edilmiş olması; Süleymaniye'nin ise İstanbul'un silüetine katkıları ve mimarın olgunluk devrine doğru beliren yaratma heycanı her iki yapı arasında ilgi çekici rekabet unsurlarınıda ortaya koymaktadır.
Sinan'ın ölümünden sonra öğrencileri, Sultanahmed'in mimari Sedefkâr Mehmet Ağa, Eminönü Yeni Cami'nin mimarı Davut Ağa ve Dalgıç Ahmed Çavuş, bir süre daha mimarideki klasik üslubun geleneğini sonraki kuşaklara taşımaya devam etmişlerdir. Ne var ki her alanda olduğu gibi, mimarlıkta da ölçü ve esaslar değişmeye başlamış veya kaybolmuş, klasik devir tamamlanmıştır. Hala büyük eserler verilmekle birlikte, XVII. yüzyıldan itibaren Lale Devri (1703-1730)'nden başlayarak hızlı bir "Batılaşma" süreci kendini göstermiştir. Bu dönemde Barok ve Ampir etkiler belirginlik kazanmış, mimarlar mekan mimarisinin ana meseleriyle uğraşmaktan çok cephe düzeni ve süslemelerle kendini gösteren bir döneme girmişlerdir. Tek kubbe hakimiyetine dayanan ve oldukça basit bir şemayla inşa edilmiş Nuruosmaniye, Dolmabahçe, Tophane, Ortaköy ve Beylerbeyi camileriyle aynı modayı küçük ölçülerde tekrarlayan taşra camilerinde ve saray, köşk, türbe gibi yapı tiplerinde aynı moda görülür.
Osmanlı cami mimarisinde görülen üslup değişimi başka yapı tiplerinde de yaşamıştır. Selçuklu kümbetlerine dayanan türbeler zengin örneklerle gelişmeyi sürdürür. XIV. yüzyılın başından itibaren piramidal ve konik külah yerine bir kubbeyle örtülmeye başlanan Osmanlı türbelerinde kare, altıgen, sekizgen ve diğer çokgen planlar denenmiştir. Sultan, sadrazam, vezir ve paşalar için inşa edilen mezar anıtlarında önceleri tuğla-kesme taş melzeme kullanılırken giderek düzgün kesme taş, iç mekanda çini, kalem işi uygulanmış, dilimli kubbelerle dış biçimde hareketli araçlar denenmiştir. Bursa'daki 1421 tarihli Yeşil Türbe, sekizgen gövdesi ve kubbe formuyla erken Osmanlı türbelerinin önemli örneğidir. Zengin çini dekorasyonu, mihrabı, toprak seviyesinin altındaki mumyalık ve diğer ayrıntılar farklı bir kaç sanatçının çalıştığını göstermektedir. İstanbul Şehzade Camii'nin yanında bulunan Şehzade Mehmet Türbesi cephelerindeki renkli taş işçiliği çift katlı pencereleri, yuvarlak, dilimli kasnağı ve dilimli kubbesiyle klasik devrin en seçkin örnekleri arasındadır. İç dekorasyondaki şaşırtıcı çini kompozisyonlar pek az yapıda görülür. Süleymaniye Külliyesi içinde yer alan Kanuni Türbesi, yine sekizgen planlı olup cephesindeki sundurmalı galeri, pencere düzeni ve mukarnaslı saçaklarıyla muhteşem bir dış görünüş sergiler. İç kısımda, kesme taş mimarinin yerini alan çini ve kalem işi tezyinat kubbedeki kıymetli taşlarla büsbütün çarpıçı bir etkiye sahiptir. Bu iki türbe, şehzade ve sultana ait mezar anıtları olarak Sinan üslubunun cami mimarisi dışındaki haşmetini bir kere daha göstermekte, diğer yapı tipleriyle birlikte klasik devrin anlayışını bir başka yapı tipinde yaşatmaktadır.
Fatih Cami yakınında, 1817'de yapılmış oaln Nakşidil Sultan Türbesi, büyük ölçüleri ve etkileyici dış mimarisine rağmen, dalgalı hatları ve oval pencereleriyle, artık değiişmeye başlayan mimari üslubun tipik bir örneğidir. Aynı şekilde, Divanyolu'ndaki Sultan II. Mahmut Türbesi de ampir üslubunu temsil eden bir uygulamadır. Sekiz köşeli türbenin ölçüleri büyük tutulmuş olmakla birlikte pencerelerdeki metal şebekeler, Avrupai plastik detaylar ve gösterişili alemi artık değişmeye başlayan mimari modanın tanıklarıdır.
Kaynak: Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi